İki Kalp

cemal-sigara.jpg
İki kalp arasında en kısa yol:
Birbirine uzanmış ve zaman zaman
Ancak parmak uçlarıyla değebilen
İki kol.

Merdivenlerin oraya koşuyorum,
Beklemek gövde gösterisi zamanın;
Çok erken gelmişim seni bulamıyorum,
Bir şeyin provası yapılıyor sanki.

Kuşlar toplanmışlar göçüyorlar
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.

 

Cemal Süreya

İstanbul’u Dinliyorum

02

İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı
Önce hafiften bir rüzgar esiyor;
Yavaş yavaş sallanıyor
Yapraklar, ağaçlarda;
Uzaklarda, çok uzaklarda,
Sucuların hiç durmayan çıngırakları
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Kuşlar geçiyor, derken;
Yükseklerden, sürü sürü, çığlık çığlık.
Ağlar çekiliyor dalyanlarda;
Bir kadının suya değiyor ayakları;
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Serin serin Kapalıçarşı
Cıvıl cıvıl Mahmutpaşa
Güvercin dolu avlular
Çekiç sesleri geliyor doklardan
Güzelim bahar rüzgarında ter kokuları;
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Başımda eski alemlerin sarhoşluğu
Loş kayıkhanelerıyle bir yalı;
Dinmiş lodosların uğultusu içinde
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Bir yosma geciyor kaldırımdan;
Küfürler, şarkılar, türküler, laf atmalar.
Bir şey düşüyor elinden yere;
Bir gül olmalı;
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Bir kuş çırpınıyor eteklerinde;
Alnın sıcak mı, değil mi, biliyorum;
Dudakların ıslak mı, değil mi, biliyorum;
Beyaz bir ay doğuyor fıstıkların arkasından
Kalbinin vuruşundan anlıyorum;
İstanbul’u dinliyorum.

Orhan Veli Kanık

 

Sabahattin Ali

14cb51bdc40e0313d1a42f297377b120_big_r
Bende hiç tükenmez bir hayat vardı
Kırlara yayılan ilkbahar gibi
Kalbim hiç durmadan hızla çarpardı
Göğsümün içinde ateş var gibi

Bazı nur içinde, bazı sisteyim
Bazı beni seven bir göğüsteyim
Kah el üstündeydim, kah hapisteydim
Her yere sokulan bir rüzgar gibi

Aşkım iki günlük iptilalardı
Hayatım tükenmez maceralardı
İçimde binlerce istekler vardı
Bir şair, yahut bir hükümdar gibi

Hissedince sana vurulduğumu
Anladım ne kadar yorulduğumu
Sakinleştiğimi, durulduğumu
Denize dökülen bir pınar gibi

Şimdi şiir bence senin yüzündür
Şimdi benim tahtım senin dizindir
Sevgilim, saadet ikimizindir
Göklerden gelen bir yadigar gibi

Sözün şiirlerin mükemmelidir
Senden başkasını seven delidir
Yüzün çiçeklerin en güzelidir
Gözlerin bilinmez bir diyar gibi

Başını göğsüme sakla sevgilim
Güzel saçlarında dolaşsın elim
Bir gün ağlayalım, bir gün gülelim
Sevişen yaramaz çocuklar gibi

Gül ve Bülbül

GÜL-BÜLBÜL.jpg

Yüreği doğa sevgisiyle dolu olan bülbül her gün semaya kanat çırpar, ufkun sonsuzluğuna doğru uzanan manzarayı seyrederdi. Gördüklerinden, işittiklerinden, kokladıklarından aldığı ilhamla şarkılar besteler, yüksekçe bir yere konarak içindeki doğa sevgisini şakırdı.

Yine bir gün havada süzülürken gül bahçesine konup bir birinden güzel gülleri seyretmek istedi. Değişik renk ve ebattaki güllerin arasında kırmızı renkli bir gül takıldı. Gözleri kırmızı gülü görür görmez kilitlendi. Ne başka tarafa bakabiliyor ne de uçup gidebiliyordu.

Bülbül kırmızı güle tutulmuştu. Bir türlü anlayamıyordu o gülün diğerlerinden farkını yada neden hayran olduğunu. Ama o güle tutulmuştu bir kere.

Aslında bülbül sevmek istemezdi gülleri. Solardı çünkü güller, terk ederdi bir süre sonra. Ha! Bir de dikenleri vardı güllerin. Batırırlardı dikenlerini sevenlerine hiç acımadan.

Bu nedenle kapılıp gitmemeliydi o güle, hemen ayrılmalıydı oradan. Bakışlarını kaçırmıştı gülden ama kalbine hükmedemiyordu. İçinde bulunduğu duruma anlam veremiyordu. Onca gülün arasından neden o gülü seçmişti ? Mutlaka bir sebebi olmalıydı. Aşk bu muydu? Gün boyunca gülü düşünmekten kendini alamadı.

Hasreti gece uyutmamıştı bülbülü. Bir daha gülü görememe korkusu büyüdü içinde. Sevmemesi gerektiğini biliyordu o gülü ama yine de görmeliydi, hiç olmazsa bir kez daha. Ertesi gün çiğ taneleri yapraklardan düşmemişken o bahçenin kenarında uzaktan uzağa seyretti gülünü doyasıya. Evet, onun gülüydü o artık. Bir başkasının olmasına tahammülü yoktu.

Artık her gün o bahçeye gidiyor, geceleri ise gülünü hayal ediyordu. Elbette bir gün sevdiğini söyleyecekti gülüne,  gülü  de onu sevecekti. Birlikte mutlu olacaklardı. Her gece ant içiyordu gülü zarar verebilecek her şeyden koruyacağına. Küçücük vücudunu siper edecekti gülüne.

Bülbül artık kendini güle adamıştı, gülün susuz kalmaması için yağmur bulutu getiren rüzgarlara, gıdasız kalmaması için toprağa şarkılar söylüyordu her gün. Rüzgarla toprak yardım ettiler güle ellerinden geldiğince. Onlar da hayrandı çünkü bülbülün  sesine. Bülbülün elinden gelen buydu; güle yardım edebilecek herkese şarkılar söylüyordu gülü için.

Zaman geçtikçe bülbül güle daha fazla bağlanıyor gülünden bir an olsun ayrı kalamıyordu. Hasret acısı, bülbülün küçük yüreğini kavurmaya başlamıştı. Artık uzaktan sevmek bülbülün yüreğini serinletmeye yetmiyordu. Sarılmalıydı gülüne, en  güzel şarkılarını şakımalıydı ona.

İçindeki kuşkularda büyümeye başlamıştı bülbülün. Acaba sevgisine karşılık bulabilecek miydi ? Ortada bir gerçek vardı: Bülbül güle aşık olsa da bülbülün aşkından gülün haberi yoktu…

Cesaretini toplayan bülbül gülün yanı başına kondu, dikenlere aldırmadan. Artık konuşmalıydı gülüyle, içindeki yangın kendisini kül etmeden yüreğinin sesini güle fısıldamalıydı.

Olanca gücüyle nefes alarak sözlerine başladı o güzel sesiyle. Şakıyarak aşkını  itiraf etti en güzel sözlerle. Sesi o kadar güzeldi ki, güllerin en güzeli kayıtsız kalamadı bülbülün aşkına. Bülbülün yanık sesi gülün de onu ölesiye sevmesini sağladı. Artık her gün buluşuyorlardı. Bülbül, zamanının tümünü gülüyle geçirmeye başlamıştı.

Sonunda hayalleri gerçek olmuştu bülbülün.

Ama bu duruma üzülenler de vardı, öfkelenenler de. Bülbül zamanını gül ve dostlarıyla geçirdiği için bülbülün güzel sesine hasret kalanlar üzülüyor, hatta kızıyorlardı bülbüle ihmal edildikleri için.

Gül bahçesinin gülleri “kırmızı gül”ü kıskanmaya başlamıştı. Çünkü kendilerine her gün serenat yapan güzel sesli bülbüller yoktu. Aşk şarkıları yalnızca kırmızı gül için söyleniyordu.

Sonunda bütün dünya bu aşka karşı ittifak etti. Gül ile bülbül hizaya gelmeliydi. Yağmur bulutu taşıyan rüzgarı uyardılar, gülü baba şefkatiyle besleyen toprağı da. Artık herkes gül ile bülbüle sırtını dönecekti.

Bülbül ise olanlardan habersizdi. Gözü gülünden başkasını görmediğinden dost bildiklerinin kendisinden yüz çevirdiğini fark edemiyordu. O kadar kördü ki ne gülünün ihtiyaçları olduğunu ne de güllerin ömrünün kısa olduğunu göremiyordu.

Susuz ve besinsiz kalan gül günler geçtikçe gül solmaya başladı. Fakat bülbül buna bir türlü anlam veremiyordu. Gülü gözlerinin önünde solmasına rağmen bülbülün elinden bir şey gelmiyordu. Unutmuştu güllerin solduğunu. Bu acıya hazırlamamıştı kendisini. Gülleri sevmemesinin nedenini unutmuştu. Aşkın gücü bunu unutmasını sağlamıştı.

Kısa süre sonra gül solup gitti . Güle aşkı ona sevgiliyi sadece güzelliğiyle değil dikenleriyle de sevmesi gerektiğini öğretmişti. Gözü yaşlı bülbül dikene rağmen sevip kucakladı gülünü. Doyasıya sarıldı gülüne son bir kez, bırakmamacasına sıkı sıkı.

Bülbül gülünü görene kadar dikenleri olduğu için gülleri sevmemiş, sevememişti. Ama şimdi ıstırap içindeki bülbül hiçbir şeyi düşünmeyerek sarılıyordu gülüne. Onu bir daha bırakmamacasına, tek vücut olurcasına. Gülün dikenleri bülbülün minik yüreğine saplanıyor, aşk sarhoşu olan bülbül acıya ve kanının boşalmasına aldırış etmeden daha sıkı sarılıyordu.

Küçücük vücudundan sızan kanların ne önemi vardı ki artık sevdiği yanında yokken. Ölüm korkutmuyordu onu. Canı vücudundan neredeyse tamamen çekilmişti artık. Son bir hamleyle gülünün toprağa serilmiş cansız vücudunun yanına  uzandı, yavaş yavaş kapandı gözleri.

Son nefesini veren bülbül en ufak bir pişmanlık dahi duymuyordu. Gül ile bülbül yerde yatan iki cansız küçük bedenden ibaretti artık. Ama aşkları dilden dile dolaştı, gülün güzelliği, bülbülün sesi efsaneleşti.